Siper Et Gövdeni Yarışma Sonuçları
“Siper Et Gövdeni – 18 Mart’tan 15 Temmuz’a Milli Bilinç Yarışması” ilköğretim, lise ve üniversite öğrencilerinin, deneme, şiir, kompozisyon, resim ve karikatür kategorilerinde eserler üreterek katıldığı bir farkındalık projesidir. Bu yarışmanın asıl amacı gençleri ve eserlerini birbiriyle yarıştırmak değil; yaşadığımız elim hadiseye gençlerin nazarıyla bakarak kendimize buradan dersler çıkarmaktır. Ayrıca, bir konu üzerinde mesai harcamanın, o konuyla ilgili bir şeyler üretmek için kafa yormanın; zihni, mevzu bahis hadise hakkında tefekkür etmeye sevk edeceği malumdur. Bu vesileyle yarışmanın temel gayelerinden biri de gençlerin milli birlik ve beraberlik bilincinin gelişmesine katkıda bulunmak, yetişecek bilinçli nesiller aracılığıyla ülkemizin geleceğini teminat altına almaktır.
Yarışmaya gönderilen eserlerin her birinin bizim nazarımızda çok kıymetli olduğunu belirtiyoruz. Bununla beraber dereceye girenleri belirlemek ve bu eserlerin sahiplerine ödül vermek, gençlerin katılımını teşvik etmek için bir gereklilikti. Bu amaçla; her bir seviye için alanında uzman kişilerden oluşan kıymetli jüri üyelerimiz, her eseri titizlikle inceleyip; ana fikri vermesi, edebi yönü, imla ve noktalama kurallarına dikkat etmesi, resim ve karikatürlerde çizim tekniklerini doğru bir şekilde kullanması gibi kıstaslara göre ilk üçe giren eserleri belirlediler.
Ülkemizi, gerek ulusal gerekse uluslararası alanda hak ettiği seviyeye taşıyacak bir medeniyet ufkuna vesile olması dileğiyle; yarışmaya iltifat edip eser gönderen tüm gençlerimize ve jüri üyelerimize teşekkürü bir borç biliriz.
Yarışma sonuçları aşağıdaki gibidir.
DERECE | ADI SOYADI | OKULU | ||
ÜNİVERSİTE RESİM-KARİKATÜR KATEGORİSİ | ||||
Birinci | Muhammed TAVAN | Marmara Üniversitesi | ||
İkinci |
|
|
||
ÜNİVERSİTE DENEME-HATIRAT KATEGORİSİ | ||||
Birinci | Erkan TERZİ | Sakarya Üniversitesi | ||
İkinci | Enes CAN | Dumlupınar Üniversitesi | ||
Üçüncü | Medine ORAL | Aksaray Üniversitesi | ||
LİSE RESİM-KARİKATÜR KATEGORİSİ | ||||
Birinci | Beyza ÇEKEREKLİ | Özel Biltek Anadolu Lisesi – Pendik | ||
İkinci | Mümine Seda YAZICI | Ankara Fethiye Kemal Mumcu Anadolu Lisesi | ||
Üçüncü | Nazlı TEZEL | Özel Biltek Anadolu Lisesi – Pendik | ||
LİSE DENEME KATEGORİSİ | ||||
Birinci | Rumeysa ZENGİN | İzmir Öğretmen Melahat Aksoy Sosyal Bilimler Lisesi | ||
İkinci | Zehra KORKMAZ | Ataşehir Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi / Menesse Kız Gençlik Kulübü | ||
Üçüncü | Emine Rumeysa AVCI | Eyüp Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi / Nergis Kız Gençlik Kulübü | ||
LİSE ŞİİR KATEGORİSİ | ||||
Birinci | Zeynep Can GÜLEN | Açıköğretim İmam Hatip Lisesi | ||
İkinci | Bilal ERCAN | Dicle Anadolu Lisesi | ||
Üçüncü | Ergün SEVİNÇ | Acıpayam Özel Hatem Anadolu Lisesi | ||
İLKOKUL-ORTAOKUL KOMPOZİSYON KATEGORİSİ | ||||
Birinci | H. Serra TÜRKYILMAZ | Özel Biltek Ortaokulu – Pendik | ||
İkinci | Ayşe Sara ALTAN | Bayrampaşa Nail Reşit Ortaokulu / Nergis Kız Gençlik Kulübü | ||
Üçüncü | Elifnur YILMAZ | Özel Biltek Ortaokulu – Ankara | ||
İLKOKUL-ORTAOKUL RESİM KATEGORİSİ | ||||
Birinci | İmtisal Ahsen EREN | Özel Biltek Ortaokulu – Üsküdar | ||
İkinci | Melike KÖNÜL | Afyon Hisarbank İlkokulu | ||
Üçüncü | Elif Ravzanur DEMİR | Esenler Ayvalıdere Ortaokulu / Nergis Kız Gençlik Kulübü |
Çanakkale Ruhu (İlköğretim Kompozisyon Kategorisi Birincisi)
Devletler de insanlar gibidir, insanların hayatında bazen öyle anlar olur ki; varlık ve yokluk arasında büyük bir imtihan verilir. Devletlerin tarihinde de böyle anlar vardır, bir an gelir bittim dediğiniz anda öyle bir mücadele verirsiniz ki tüm dengeler değişir ve güçlü bir inançla yeniden yolunuza devam edersiniz. Çanakkale; bir ülkenin, bir milletin tarihinde işte böyle bir andır, bin yıllık Anadolu tarihi ya büyük bir mağlubiyetle sona erecek ya da yeniden diriliş başlayacaktır. Türk milleti tarihi boyunca birçok kahramanlıkla adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. Bunlardan sadece biri olan Çanakkale Zaferi ve onun mukaddes ruhu bugün de, yarın da hepimiz için gurur kaynağı olduğu kadar önemli mesajlar da içermektedir.
Çanakkale bir savaşın değil büyük bir destanın adıdır. Türk milletinin inancı ve kararlılığı sayesinde vatan topraklarımız bir namus gibi korunmuştur. Her yaştan, her milletten, kadın ve erkek yediden yetmişe bir millet tek yürek olarak vatanlarını canlarına tercih ederek şehit ve gazi olmuşlardır. Analar kınalı kuzularını gözlerini kırpmadan vatan uğruna kurban etmişler, daha ömrünün baharında olan gençler hayatlarını ebedi bir hayat ve vatan için tevekkülle teslim etmişlerdir. Hepsinin tek bir gayesi vardı; bin yıldır kardeşçe yaşadıkları bu topraklara ‘namahrem eli’ değdirmemek ve dedelerinden aldıkları mirası şerefle bizlere bırakmaktı. Nice isimsiz kahraman tek bir ismin adaşı olmuşlardı; Mehmetçik. Çanakkale sadece tarihi bir olay değildir, bilakis o büyük kahramanlıklar hâlâ bir ruh olarak aramızdadır ve ebediyete kadar da canlı kalacaktır. O ruh ki bizi 15 Temmuz’da tankların önüne yatırmış ve silahlı hainlere karşı göğsümüzü siper ettirmiştir. Çanakkale geçilmez sözü de sadece o şehit kanlarıyla sulanmış yamaçlarda değil kalbimizin derinliklerinde de yazılı bir cümledir. Bu ülke asla geçilmeyecek, dün Kurtuluş savaşında, Çanakkale’de, Yemen’de gösterdiğimiz kahramanlıklar gerekirse 15 Temmuz’da olduğu gibi bayrağımızın dalgalandığı her yerde yeniden bir mücadelenin adı olacaktır. Bu millet bir ölür bin dirilir fakat esir düşmez, topraklarını teslim etmez, imanından vazgeçmez ve ekmek gibi su gibi bildiği hürriyetini ay yıldızla dalgalandırmaya devam eder.
Tüm dünya bilmelidir ki bizler barışa ve adalete inanırız. Fakat nerede zulüm varsa karşısında dururuz, tarih buna şahittir. Bize ve insanlığa zulmedecek her zalimin karşısında yeni Çanakkale destanlarını yazacak bir ruha sahibiz ve bu ruhu canlarımızı teslim etsek dahi çocuklarımıza ve gelecek nesillere onurla taşıyacağız. Ve tarih bizi her zaman ‘Hakkıdır Hakka tapan milletimin İstiklal’ düsturuyla hatırlayacaktır.
Hilal Serra Türkyılmaz
Özel Biltek Okulları, Pendik Kampüsü, 8. Sınıf
Aydınlık Bir Sabahın Doğumu Kolay Olmayacaktı (İlköğretim Kompozisyon Kategorisi İkincisi)
Çanakkale Savaşı’nda savaşan atalarımız sizce düşman askerleri kadar büyük bir cephaneye sahipler miydi? Düşman askerleri kadar sayıca çok muydular? Onları bütün varlıkları ile orada tutan şey maddi bir kaygı mıydı? Cevabınız elbette ‘Hayır!’ olacaktır. Peki, o zaman biz bu destansı savaşı nasıl kazandık? Biz kazandık, çünkü millî bilincimizi sonuna kadar ortaya koyduk. Biz kazandık çünkü sadece erkekler değil, kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Yediden yetmişe bütün bir millet vatan için din için tüm varlıklarını ortaya koydular. Biz kazandık çünkü ülkenin dört bir yanından birçok insan aynı iman ile aynı sahiplenme ile Çanakkale’ye geldi. Biz kazandık çünkü bir kişinin tek başına kaldırmaya gücü yetemeyecek olan mermiyi, iman gücüyle tek başına taşıyan Seyit Onbaşımız ve onun fıtratında birçok askerimiz vardı. Biz kazandık çünkü herkes dua ediyor Rabbimizden yardım istiyordu. Biz kazandık çünkü savaşta tüm insanların dilinden “Allahu Ekber, Allahu Ekber” nidaları dökülüyordu. Belki de bunun için İngiliz ordusunun başında bulunan general “Biz orada Türklerle değil onların Rabbi ile savaştık” diyordu.
Bütün memleketçe verilen mücadelenin ardından gelen Çanakkale Zaferi bütün dünyaya unutulamayacak bir ders veriyordu. Tarih boyunca daima bağımsızlığına düşkün bir millet olan Türkler, Çanakkale Zaferi’nde gösterdiği destansı ruhu pek çok yerde ortaya çıkarmıştır. Bu zafer ruhu sizlere de yakın tarihimizde gerçekleşen o ihanet gecesini hatırlatmıyor mu? Hatırlatması çok normal çünkü 15 Temmuz zaferi de âdeta bir Çanakkale Zaferi’ydi. Çünkü 15 Temmuz’da da verdiğimiz mücadele 18 Mart’takine çok benziyordu. Çünkü halk, yine milli bilincini ortaya koymuş, vatanı uğruna iç düşmanlarla ölümü göze alarak mücadele etmişti. İnsanlar, vatanını korumak için tankların önlerine yatmış, göğüslerini silahların önlerine siper etmişlerdi. Çünkü dualar zafer içindi ve yine semaya “Allahu Ekber, Allahu Ekber” sesleri yükseliyordu. Hainlerin saldırıya geçtiği o günlerde, dua da, gözyaşı da, sokaklardaki nöbetler de birer silahtı bizim için. Aydınlık bir sabahın doğumu kolay olmayacaktı. Milletçe içimizdeki hainlere karşı her şeyimizle karşı koyduğumuz o gün bir kez daha anladık ki Çanakkale’deki ruh hâlâ taptaze bir şekilde duruyordu yerli yerinde.
Ayşe Sara Altan
Nail Reşit İlköğretim Okulu, 7. Sınıf
Şanlı Direniş (İlköğretim Kompozisyon Kategorisi Üçüncüsü)
18 Mart’ın torunları, 15 Temmuz’da yine kendilerini gösterdiler. Çünkü yine İslam âleminin, Türkiye’nin, Anadolu’nun buna ihtiyacı vardı.
18 Mart’ta yaşanan olaylarının bir benzeri yine yaşandı. Çünkü 18 Mart’ta da İslam âleminin büyümesini ve gelişmesini çekemeyen birileri, sırf Türkiye İslam sancağını dalgalandırıyor diye cennet vatanıma göz dikip, saldırmıştı. 15 Temmuz’da da Türkiye’nin ve İslam coğrafyasının geçirdiği büyüme ve gelişmelerden rahatsız olan kirli eller tarafından kullanılan bazı piyonlar tarafından patlak verdi. Ama unuttukları bir şey vardı: İslam’ın ordusu… İşte bunu unutmuşlardı vatanıma göz dikenler. Bunu hesaba katmamışlardı. Zaferin daima Allah’ın olduğunu unutmuşlardı. 18 Mart’ta ortaya çıkan milli bilincin ve direnişin hâlâ damarlarımızda akan asil kanda olduğunu unutmuşlardı. Bu vatanın her karış toprağında vatan uğruna kendini feda eden ve edecek bir sürü fedainin olduğunu unutmuşlardı. İslam sancağını indirmeye çalışan bu hainler, İslam ordusunu unutmuşlardı, bilmiyorlardı ki Allah nurunu eninde sonunda tamamlayacaktı. Her zaman Ebu Cehiller, Ebu Lehebler, Firavunlar olduğu gibi Ebu Bekirler, Ömerler, Aliler, Hamzalar, Fatihler de olacaktı. Efendimizin (s.a.v.) “Vatan sevgisi imandandır” hadisi şerifine uyan milyonlarca Müslüman vatanını yine korudu ve koruyacaktı.
“Sen bir devsin, yükü ağırdır devin. Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!”
Elifnur Yılmaz
Özel Biltek Okulları, Ankara Kampüsü, 7. Sınıf
Tarihin Dirilişi (Lise Denemeler Kategorisi Birincisi)
Gözlerim kapalı. Ellerimde kelepçeler… Kulaklarımı örten bir sis var; hava kapalı, gökyüzünü örten bir yağmur var… Hissediyorum, çünkü yağmur damlaları okşuyor başımı. Fakat biraz sonra hissediyorum bedenimi sızlatan acıyı. Yağmur damlalarının bana hediyesini. Çığlık atıyorum. Hiçliğe uyanan bedenime bir el uzatılsın istiyorum. Ve o el uzatılıyor. Yine de tutamıyorum. Göremiyorum. Bilmiyorum. Belki de bana sesleniyor kişi; duyamıyorum… Bu bir rüya değil yahut hayal. Bu, insanlığın bugünkü durumu… Bu bizlere giydirilmek istenen giysi, bir engel… Sözlüğü açıp bakıyorum, uyumak diyor bana. Senin bu anlattığın, körü körüne uyumak ve hatta gözleri açıkken uyumak bu…
Ah, ülkem! Benim canım, benim kanım… Ailem, yurdum, hayat pınarım… Tarihini anlat deseler bana, izin vermez ömür. Tarihini yaşa deseler, kaldırmaz bu yürek. Sadece yaşa deseler; ülkeni hisset, ahlarım, işte yaşamak bu! Bir Cumhuriyet kuruldu, bir devlet yıkıldı, küllere saklanmış bir cevher bulundu o devletin harabesinden. O cevher parlatıldı, o cevher çalındı. Oysa biz o cevheri, yine en güzel kutularda saklamıştık; yüreklerimizde. O cevher, Türkiye’ydi. Ülkemin yeniden açan güneşini darbelerle söndürdüler. Düşman uyumaz iken, vatansevere ne hacet ki uyumak! 15 Temmuz’da düşman yine uyandı. Biz geceye gözlerimizi kapatacaktık oysaki bizi gecemizden vurdular. Askerimiz gece, polisimiz gündüzümüzdü bizim. Askerimiz hilal, polisimiz yıldızımızdı bizim. Bizi gecemizden vurdular, kapanmakta olan göz kapaklarımızdan, askerimizden vurdular. Susarız sandılar, yıllarca sustuğumuz gibi, Adnan Menderes’e, Necmeddin Erbakan’a, Turgut Özal’a sustuğumuz gibi, yine susarız sandılar… Yıllarca gözlerimizin bağlı, ellerimizin kelepçeli oluşuna, kulaklarımızı örten o sise kandılar! Aslında o kelepçe de, sis de kendileriydi de, yine kendilerine kandılar. Fakat unutmuşlardı; yılların içine pişmanlığın tohumunu ektiği, cesaretin tomurcuklarını yeşerttiği bu milleti unutmuşlardı! Zamanında tarihimizi elimizden almışlardı, imanımıza duvarlar dikmişlerdi ama eski eskide kalmış, gelecek kucağını açmıştı bize. Büyüklerimizin sözü kulağımıza küpe olmuş, devletimizin kıymetini bilmiştik artık.
Ve hiç beklemediğimiz bir anda, bir salâ çınlattı kulaklarımızı. Bir sefer düzenlenecek dediler ama kendi içimize sefere çıkacağız… Anlamadık, nasıl kendi içimize sefere çıkabiliriz ki? “İçimizdeki çürüklere sefere çıkacağız. Kiminiz Kanuni olacak, fetih haberini duyamadan şahadete açacak gözlerini, kiminiz Fatih olacak, Fatih’in İstanbul’u fetheden inancıyla fethedecek meydanları. Seneler önce adını tarihe yazdıran atalarınız gibi olacaksınız. Bir 18 Mart, bir 29 Nisan olacaksınız. Çanakkale’den geçilmez diyecek biriniz, biriniz Kut bizimdir diyecek, biriniz Çanakkale’nin fatihi Cevat Paşa olacak, biriniz Kut’un fatihi Halil Paşa… Bir Türkiye olacaksınız hepiniz. Adınız şehit, soyadınız 15 Temmuz olacak, adınız gazi soyadınız 15 Temmuz olacak. Adınız Türk, soyadınız vatan olacak!”
Her yanlış bir doğruyu doğurur zihinlerde. Uyanık olan tekrarlamaz yanlışını, uyuyansa çoktan kaybetmiştir. Su uyur da düşman uyumaz derler, 18 Mart’ta silahını kuşanan düşman, göz koyduğu toprakların karasında boğuldu, suyunda gömüldü. Bir deniz oldu Türkler, bir deniz oldular ve püskürttüler onları. O gün Kürt’te Türk’tü, Arap’ta, Çerkez, Arnavut’ta… Hepsi Türk’tü, hepsi bir Türkiye, hepsi bir bütündü. Aynı 15 Temmuz’daki gibi… Cephede canı pahasına eşine, dostuna, kardeşine aş taşıyan, cephane taşıyan koca yürekli Türk kadını gibi, demokrasi nöbetindeki eşine, dostuna da aş taşıyacaktı yıllar sonraki Türk kadını. Yıllar önce Osmanlı esaret altındayken gizli yahut açıktan gazete satan şerefli Türk çocuğu gibi, yıllar sonra hiç korkmadan adımlayacaktı yine sokakları korkusuz çocuklar. Alacaktı eline bayrağını ve hiç durmaksızın sallayacaktı düşmana inat. En, ama en yükseğe ulaştırmaya çalışacaktı bayrağını. Zira insan neye inanmak isterse ona inanırdı; ya zafere, ya da mağlubiyete…
Düşman, yıllar önce bir yanlış yaptı. Asıl savaşın bedenlerle olan değil de zihinlerde olan olduğunu anladı. Bu durum yeni bir düşünce ve uygulama doğurdu. Yeni düşünce de yeni hainler… Yüreğimize sızdı, zihnimizi kelepçeye vurdu, tuttuğumuz eli kırdı… Kendi silahımızla vurdu bizi, kendi tankımızla ezdi, kendi uçağımızla vurdu bizi… Bedenlerdeki yara izini bıraksa da geçer. Ama yürekte açılan bir yara var ki, ne merhemler sürülse de gönlünü alamaz yaranın…
Bedenim yaralara karşı zırhını kuşanmış bir şekilde sapasağlam duruyor. 15 Temmuz’da İstanbul, Ankara veya bir başka olay yerinde değildim. Fakat bende bir meydanda, bende dua başında idim. Elimi götürüyorum, koyuyorum yüreğimin üstüne, bir tıkırtı olacak mı? Düşünmemek elde değil… Tıkırtı olmuyor, cam kırıkları batıyor elime ve ihanet zehrini salıyor. İhanetin cam kırıkları bir sülük gibi emiyor canımı, canımdan can, muhabbetimden muhabbet eksiliyor. Kanlar değil, gözyaşları süslüyor tenimi. Öyle ya, ele batan camdan kan doğar, yüreğe batandan gözyaşı…
Neyin var deseler, gözyaşlarım var derim. Zira gözyaşları, her şeyi taşır içinde. Tarih için, gelecek için, aşk için ağlayanı da barındırır içinde. Ben hepsine ağlıyorum. Her şeye ağlıyor, gözyaşlarıma akıtıyorum dualarımı. Bir dua akıyor gözümden, bir vaveyla can buluyor ve belki de bir isyan doğuyor kimi. Hainin, ihanetine isyan ediyor gözlerim. Ah, gözlerim! Şu on beş yaşa kaç gözyaşı sığdırdınız, bir ben bir de Rabbim bilir…
Tarih ölmez. Asker de ölmez. Aşk ölmez, umut ölmez. Bilakis hepsi yaşatır seni. Yaşadığını hissedersin, siyahın beyazı hatırlattığı gibi ölüm de yaşamayı hatırlatır insana… Seneler önce, yüzyıllar önce değil, yüzyıllardır bir asker şehit oluyor ve başka bir er doğuyor onun yerine vatanı yaşatacak. Kimi zaman alp deniyor, kimi zaman yeniçeri, kimi zaman Mehmetçik… Fakat hiç değişmiyor, ruhlar hiçbir zaman ölmüyor ve vatan yaşıyor; yaşayan şehitlerin ruhuyla diriliyor her salise. 18 Mart’ın kahramanı Seyit Onbaşı, 15 Temmuz’un aslanı Ömer Halisdemir oluyor mesela; Kınalı Ali, Abdullah Olçok; 21 yaşındaki Ergirili Necip Efendi Halil Kantarcıoğlu oluyor… Hiçbiri ölmüyor, bir başka beden, bir başka zamanda doğuyor yine şehit. Şehit değişmiyor, isim değişiyor, zaman değişiyor da ne şehit değişiyor ne mekân, ne sevda… Ve şehadet buluşturuyor hepsini, şehitler ordusunda. Şehitler ordusunda…
Bugün, 13 Mayıs 2017. Neredeyse bir yıl olacak. Fakat biliyorum ki, yine bir 15 Temmuz daha olsa, bu millet yine kelepçelere kan kusturacak. Susmayacak, düşmanın sesini sessizlikle noktalayacak ve haykıracak Hakk’ı. Hakk’ı ve hak olanı…
Rumeysa Zengin
Öğretmen Melahat Aksoy Sosyal Bilimler Lisesi, 9. Sınıf
Al Bayrağın Gölgesinde Daima Biz Varız (Lise Denemeler Kategorisi İkincisi)
Tarih 18 Mart 1915;
– Ali koş, Mehmet vuruldu ona yardım et. Koş Ali koş!
Tarih 15 Temmuz 2016;
– Mustafa koş oğlum, amcan vuruldu hastaneye götür koş!
Tarih 18 Mart 1915;
– Silahın yoksa süngün var, bedenin var. Bu vatan senin vermeyeceksin. Bu vatan bizim vermeyeceğiz!
Tarih 15 Temmuz 2016;
– Silahımız yoksa iman dolu göğsümüz var. Gerekirse tankların altına yatacağız. Bu vatan hepimizin vermeyeceğiz!
Ruh aynı, inanç aynı… Sadece isimler farklı o günlerde. Türk Milleti’nin kaderi bu işte! Ne para, ne toprak zerre umurunda değil tek bir vatandaşın. Üç tarafı denizlerle çevrili bu cennet vatanı vermemek tek görev… 18 Mart’ta şehit olan Hüseyin dedenin torunu 15 Temmuz’da gazi oldu. Şanlı zaferler Türk tarihi boyunca hep birbirini takip etti. Anlayamadılar, anlamıyorlar. Bizim bu vatandan başka bir vatanımız yok. Bizim tek bir bayrağımız var. Ezan sesi arş-ı âlâyı titretirken, minaresinde dalgalarıyla göğü yırtan tek bir bayrağımız var. Bayrağı kanla sulamış bedenlerimiz var. Bebeğini geride bırakıp şehadete koşan yiğitlerimiz var. Gök yere inse de vazgeçmeyeceğimiz bir davamız var!
102 yıl önce de saldırdılar, 400 yıl öncede. Düşman hep geliyor. Geliyor gelmesine de, yurdumda Seyit Onbaşılar bitmiyor, çoğalıyor. Bu dava öyle bir dava ki; düşman yurda ayak basacak olsa toprak kuruyor. Düşman denizden gelecek olsa, deniz kendini yırtıyor. Hava kararıyor, güneş batıyor. Yurdumun dört bir tarafı kaynıyor âdeta. 18 Mart’ta da böyleydi. Geldi düşman. Topuna güvendi, silahına güvendi de geldi. Geldi gelmesine de, “Allahu Ekber” diyerek koşan yiğitleri görünce şaşakaldı. Beklemiyordu çünkü. Belki sayıca azdık, mürettebatımız da yoktu. Ama bize yardıma gelen Bedrin aslanları vardı o gün. Hendeğin şehitleri vardı. Uhud’un gazileri vardı. Düşmanın gözünde vuruldukça çoğaldık biz. Evde ellerini semaya yükseltmiş analar vardı çünkü. Ayetlerin doldurduğu odalar vardı çünkü. Babası giderken kundağında ağlayan bebeler vardı çünkü.
102 yıl önce Çanakkale’den giremeyen düşman, 9 ay önce içerden saldırdı bize. Boşuna dememişler düşman içerdeyse kapı kilit tutmaz diye. Ama biz neyin, ne olduğunu çok iyi biliyorduk. 15 Temmuz’da bize saldıranların 18 Mart’taki düşmanın kalıntısı olduğunu çok iyi biliyorduk. O gün de düşman tahmin edememişti değil mi? Bedenimize saplanan her bir kurşunun Cennet’in bir anahtarı olduğunu bilememişlerdi. Vatan için attığımız her adımın bir Cennet yolu olduğunu bilememişlerdi. Ömer’in; anasını, babasını, eşini, çocuğunu geride bırakarak tek kurşunla bir haini yere indireceğini tahmin edememişlerdi. Aynı Seyit Onbaşı’nın yaptığı gibi… Bir mermiyle bir gemiyi batıracağını kimse tahmin edemezdi değil mi? Ama bu yiğitler yaptı. Abdullah ağabey oğluyla can verdi hiç düşünmeden. Kardeşim tankların altına yattı. Bir beden üç tankı durdurmaya yetti. O bedenin içinde “Allah aşkına, vatan aşkına, bayrak aşkına“ diye inleyen bir kalp vardı çünkü. Dedem üstüne yağan kurşunları umursamadan yürüdü o gece.
Şehadetin nasip olduğu güzel bedenler vardı hep. Yere düşen her damla kandan yansıyan ay ve yıldız vardı. Bütünleşmişti her şey, geçmişte de gelecekte de. Kanlar göl oldu savaş meydanında. Gökyüzünde bulunan hilal yavaşça süzüldü al rengin üstüne. Peşini yıldız takip etti. Kaldır kafanı bak şimdi şu aziz sancağa. Şu şanlı bayrağa bak! Senin atanın, dedenin, babanın kardeşinin kanıyla sulandı ve boyandı bu bayrak. Ay ve yıldızı onlar kuşattı, ay ve yıldız da onların şehit tabutlarını…
Şafak söküyor yiğidim. Millet şahlanıyor. Tarihe yeni zaferler ekleniyor. Pes etmeyen ama her seferinde bozguna uğratılan düşman yazılıyor. Ömer yazılıyor, Erol ağabey yazılıyor, Abdullah Tayyip yazılıyor. Bu çocuklar bu sayfaları açacak yiğidim. Görecek bu destanları, iki sayfa öncesine dönecek tekrar. Düşünecek, aynısı diyecek. Aynı ruh bu diyecek. Ben böyle şanlı bir milletin evladıyım diyecek. Şehitleriyle gurur duyacak, al bayrağını öpüp başına koyacak. Seyit Onbaşı’nın torunu nasıl Çanakkale’yi okuduysa, Ömer Halisdemir’in evladı da 15 Temmuz’u okuyacak. Her ezan okunduğunda, başını minareye kaldırdığında o güzel bayrağı görecek. Ölümden korkmayacak bizim yiğitler. Bu milletin asırlara dayanan tarihine daha sıkı sarılacak herkes. Uykusunu bölen silah seslerini unutmayacak. Babasının evden gözü yaşlı çıktığını unutmayacak hiçbir çocuk. Bunları bize yaşatan bu düşmandı diyecek. Güçlenecek, bayrağının gölgesinde güçlenecek.
Bak şu güzel Türkiye’me. Atalarımın en güzel mirasıdır bu. Sahip çıkma sırası bizde. Dünyada tek bir Türk kalsak da ne bu vatanı, ne bu ezanı, ne bu bayrağı terk etmemeye yeminliyiz biz! Bak Asımın nesli şahlanıyor. Bu millet omuzlarında bayrak, dillerinde tekbir koşarak geliyor. Mehmet Akif’in de dediği gibi;
Asım’ın nesli… Diyordum ya… Nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!
Zehra Korkmaz
Ataşehir Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi, 11. Sınıf
Serden Geçenler (Lise Deneme Kategorisi Üçüncüsü)
Şahidi olduğum o kara gecenin “hainler eyvah!” diyen kısmını anlatayım sizlere. Gençliğimin baharında gördüğüm; hilalsiz yıldız, yıldızsız hilal olmasın diye verilen canları anlatayım. Ben, bana bu yaşımda kin yutturup kan kusturmaya yemin ettirenleri değil, yeminini tutan yiğitleri anlatayım; kan dökmekle göğsünü kabartanları değil, kapkara saçların uçlarına düşen o mübarek kanı anlatayım. “Vatanı vur” derken vatanın namus olduğunu unutanları değil, “Vatan olmazsa namus olmaz”, diyerek birleşenlerin bağırışlarındaki “Allahu Ekber” nidalarını anlatayım. Açıkçası ben; sonunda iki denizin arasında boğularak kaybolanları değil; elde güller, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile buluşanları anlatayım, bu dünyada elde güllerle sevinen fatihleri anlatayım… Ben servet için dinini verenleri değil, dini için emir verenleri anlatayım. “Servet için dinden geçebilirsiniz” diyenleri değil; “İslam için serden geçin” diyenleri anlatayım…
Bir gece, gece ki; tüm zerreleri ile dinde, duyguda, ruhta ortak olan; Kürt’e, Türk’e, Laz’a, Çerkez’e vatan olan… Ve bir gece; karanlık, manevi bir karanlığa boğulmuş bir gece… Halkın kahraman, hainin toz duman, adamın adam, liderin siper olduğu bir gece… Ve öyle kişiler ki gecenin karası; durmuş saat misali… Her gün aynı saatte bakardık ayıplarını görmezdik. Bir gece farklı vakitte gözledik hasarları meydana çıktı. Bozuk saatler! Dudaklarda dualar; “Allah’ım bizimle yükselsin müeyyid namın. Çünkü biz; son ordusu İslam’ın…” Bağrışmalar halka doğru; “Yorulma kahramanım sana emanet vatanın!” Telefon konuşması yürekten yüreğe, binlerce yıl sonra tekrar gelen Ömer’in; “O makam senin namusundur Ömer, ben gelene kadar namusunu çiğnetme!” Tekbir sesleri; “Allahu Ekber, Allahu Ekber.” Bizden umutlu ecdat ve şehitler… Bağrışmalar; “Bu vatan bizimdir, bizim kalacak. Ey hainler! Cümlenizin hâline eyvah!” Ve davet; “Yetişin yiğitler! Abdülhamit’i deviriyorlar!’ Allah’ım bu ne Aşk! Bir şevk ile gürlüyor gökler… Ya Allah Bismillah Allah-u Ekber.” Ey firavun! Sen titrerken ürkek ve meraklı, tarih bağırıyor; “İşte o yankı” diye. Ve “Bizde salâ okunur ağıt yakılmaz” dermişçesine gökleri yırtıyor salâ sesi. Ey “Vatanı bunlara mı emanet edeceğiz?” diyenlere en güzel cevabı bu akşam verecek olan genç! Sen yürürken o nur sancakla; Türk’ün şerefi geliyor akla. Selamı var sana Abdülhamit Han’ın, Ulubatlı Hasan’ın. Ey genç; küfre sensin “Dur!” diyecek. Söylesene, başını kim eğecek! Vur imanla, küfür kırılsın, vur zalimler yarılsın!
Ve dön! Bir bak; sabrı tükenip taşanlara, tanklara doğru koşanlara, ölmek için yarışanlara. Dön bir bak; imana. Millet izin vermedi, ihanet girişimine. Yediden yetmişine kenetlendi birbirine.
Ve sabaha karşı; Türk milleti artık tank sürmeyi öğrenmiş, F16’lardan daha hızlı uçabileceğine inanmış, kurşuna kafa atmaktan çekinmemiş. Ama biz tankları, sahibinin üzerine değil, savaş meydanlarında vatanımıza, canımıza dinimize, namusumuza göz dikenin üzerine süreriz. Vatana olan borcunu ödemiştir Türk milleti, şimdi ne uykusuzluk, ne yorgunluk var. Ve farkının milli beraberlik olduğunu kanıtlarmışçasına, kol kola bir Türk milleti… Fetih namazı misali bir sabah namazı… Gece Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i ve daha nicesi ile yurda düşman sokmamak için kenetlenen eller şimdi araya şeytan sokmamak için kenetlenmiş. Biz bu gücümüzü Allah’tan aldık, Uhud’dan, Bedir’den Hendek’ten aldık. Sultan Süleyman’dan Fatih’ten aldık. Ve biz, görevimizi tamamladık.
Emine Rümeysa Avcı
Eyüp Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi, 9. Sınıf
Tarihimiz, Şiirimiz ve İnsanlığımız (Üniversite Deneme Kategorisi Birincisi)
Şiirimizin ve tarihimizin horlandığı bir çağda yere tebeşirle çizilmiş çizgilerin arasına taş fırlatan çocuklardık. Elimize bırakılan en ucuz bayram şekerleri, kahrederdi dünyanın ihtirasını, zulmünü ve karanlık yüreklerini… Çocukluğumuzun deryalarında yeşerecekti umutlarımız. Zaman ve mekân tutmaksızın parıldayacaktı gönüllerde beş vakit sevincimiz. Çocukluğumuz ancak, beş vakit sevincimize zulmetle ve ihtirasla nazar eden karanlık yürekleri kahredebilecekti. Sonra bir vakit geldi ve çocukluk sevinçlerimizin arasında elimizden alındı şiirimiz. Tarihimiz bir yılan hikâyesine çevrildi. Gözyaşlarımızı akıtmaya vakit bırakılmadan alındı ellerimizden umudumuz. Umudumuz, yani; Çanakkale’deki sevincimiz, kahramanlığımız, 15 Temmuz gecesi haykırışlarımız…
Tarihî hislerimizi, fikirlerimizi ve Müslümanlığımızın bize bahşettiği eşref-i mahlûkat sırrını gömebilmek için makberler kazıldı bu çağda. Öyle derin makberlerdi ki onlar, içlerine sokulan her türlü nesne karanlık hudutlar içerisinde kayboluyordu. Etrafımıza ziyalar saçabilmek için kesemizde şiir biriktiriyorduk. Bu çağda keselerimiz şiirsizlikten yırtılır oldu. Bazı insanlar keselerini denize fırlatmaktan gücenmedi.
Otların yeşermesi gibi şiirler yeşerdi topraktan. Eski ve terk edilmiş şiirlerdi bunlar. Bizlere tarihimizi ve millî hislerimizi hatırlatan şiirler… Bu şiirleri kimler gömmüştü toprağa? Kim hor bakmıştı tarihimize, irfanımıza ve insan oluşumuza?
Bize lâzım olan tank ve tüfek değildi. Bir avuç hisli yürek kurtaracaktı milletin haysiyetini ve şerefini. Bir avuç hisli yürek adımlarımızı umutla attıracaktı kof yüreklerin hükümranlık süreceği geleceğe doğru. Kof yüreklerin hükümranlık sürdüğü bir çağda hainlerin içerisinden bir hisli yürek, bir Halis Demir, bir güzel insan süzülüp yaracaktı karanlığın göğsünü. Tarihimizin ve şiirimizin haysiyeti içerisinde yontulmuş, yeşermiş, kemâle ermiş münevverler yani “çilekeş fikir soyluları” yani “asalet sınıfı” soracaktır hesabını haysiyetsizliğin, kof yürekliliğin.
Muhtacız. Aciziz. Peygamber sevgisine ve muhabbetine erişemeden kurtuluşumuzu aramak gibi tarihimizi okurken bizi biz yapan hakikatleri ve eşsiz parıltıları görememek acizliğimizdir. Muhtacız, yârin eşiğine yüz sürmeye. Muhtacız, tefekküre. Muhtacız, muhtaç oluşun sırrına erebilenlere. Çanakkale Müdafaası’nın idrakine varabilmek için Devlet-i Âliyye’nin oluş sırrını, 15 Temmuz’un idrakine varabilmek için de Çanakkale’nin gönül pınarlarını tanımak, bilmek, doğru okumak gerek. Çanakkale’de ve 15 Temmuz’da Allah’a karşı boynu bükük ama düşmana karşı dimdik durabilen, hakikati söylemek noktasında zerre tereddüt etmeyen, “Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını gediğine koyan” insanlar çizmişti eşsiz resmini haysiyetli oluşun.
Tarih; eşsiz, uçsuz, bucaksız bir deryadır. Bu deryadan oluk oluk sular akmaktadır. Bazen kirli sular bulandırır zihinleri bazen de insanoğlu zehir katar güzelliğine deryanın. Bizim tarihimiz bu deryanın içerisinde dinmek bilmez bir akarsudur. Çoruh gibi gür akar. Ne pisliği tutar içinde ne de kirli elleri. Önüne çıkan her kötülüğü alır ve savurur gökyüzüne. Bize düşen bu deryaya güzellik ve haysiyet katmaktır. Bizler güzellik ve haysiyet katamasak da, tarihimiz, şiirimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz güzel ve haysiyetli olacaktır.
Bir münevverin kaleminden süzülenleri baş tacı yapmadan, gönlü Allah dostlarının muhabbetine açmadan, adam oluşa mugayir bütün mevcudatı hayatımızdan koparıp atmadan ne söyleyebiliriz tarihe? Kimden, neyin hesabını sorabiliriz?
Allah’ın inayetiyle tarihimiz şereflidir ve daha da şereflenecektir. Kopmaz ve sarsılmaz hudutları vardır birliğimizin ve güzelliğimizin. Kapanmaz yaralar açılamaz bizim ülkemizde. Biz haysiyetimizi korur isek duyulmaz ruhumuzun inilti sesleri. Her bir adımda kof yürekler seyreder adımlarımızı. Bir haykırış boğar onları sonra. Gürültüden ve haysiyetten yarılır hudutları karanlığın.
Erkan Terzi
Sakarya Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Öğretmenliği Bölümü
Unutma! -Unutulursun (Üniversite Deneme Kategorisi İkincisi)
Vurdular bizi;
Kalbimizin 248 yerinden parçalara ayırarak. Çok vurulmuştuk sağdan-soldan, siyahıyla beyazıyla… Ancak bu darbeyi indiren namert elin sahibi; yan dükkânda gördüğümüz, yan evde oturanlardı.
Vurdular bizi,
Bir gece acı bir inilti, kara bir toz bulutu halinde yükseldi gökyüzüne. İnanamadık, şaka sandık. Bu ülkede bu kadarı mümkün olamaz sandık. Kulaklarımızı kalbimizin hıçkırık sesine kapatmıştık ki bir fısıltı yükseldi televizyonlardan, kanımız dondu. Herkes sus pus içinde, kıyametin öncesinde üflenen sur düdüğü sanki. Bir vızıltı yükseliyor televizyonlardan, ardından yükselen bomba sesleri…
Bombaladılar bizi,
Bizim uçaklarımızla hem de. Canı yandı, ayağına diken battı diye üzüldüğümüz askerlerimiz, hani bir yerde üşümüştür diye ağlayan annelerimizin evlat olarak gördüğü o çocuklar bombaladı. İnanamayacaksınız belki ama inanın!
Vurdular bizi;
İstanbul Boğaz Köprüsü’nde keskin nişancılar… Yere düştü yiğitler, göğüslerine astıkları bayrağın kızıllığı bir kat daha koyulaştı. Uğultular yükseliyordu meydanda ve dinmeyen tekbir sesleri. Tekbir seslerinin ardından patlayan silah sesleriyle bir yıldız daha kayıyordu sanki gökyüzüne. Ne savaşı bu demeyin, kiminle savaş ediyordunuz hiç demeyin! Elinde salâvat tespihleriyle koşturan aksak dedelerimiz, kurşunların yağdığı yere sanki cennete giriyormuşçasına koşuşturuyordu.
Başaramadılar;
Hain planlarına ilk darbeyi Ömer Halisdemir indirdi. Hani var ya Seyid Onbaşı; işte onun torunu. Şakakların ortasına sıktığı o ilk kurşunla, imanlı bir yiğidin tüm dünyaya yeter olduğunu gösterdi. O gün orada öleceğini bile bile, bir daha çocuklarına sarılamayacağını bile bile düşmanın şakağının ortasına sıktığı tek bir kurşunla binlerce insanın katledilmesinin önüne geçti.
Başaramadılar;
Çanakkale de başaramadıkları gibi. Onlar silahla saldırdı, biz duayla göğüs gerdik. Onlar tanklarla yürüdüler, biz kol kola… Onlar uçaklarla masum insanların üstlerine bombalar yağdırırken, biz tek bir mermi sıkmadan yürüdük üstlerine. Korkar, kaçarız diye sıktıkları kurşunların önüne atlamak için yarıştık.
Başaramadılar;
Ellerinde bastonuyla ölüme koşturan dedelerimiz tekbir getirirken, dillerinde Yasinlerle nenelerimiz onlara yetişmeye çalışıyordu. Binlerce yiğit gazi oldu o gece, yüzlercesi şehit. O gün bizim yaşadıklarımızı çocuklarımız görmesin diye körpecik fidanları toprağa verdik.
Unutma, her karışı kanla sulanmış bu toprakların tek bir zerresine el uzatan hainlerin karşısında mücadele sırası sende olacak çünkü. Sen unutursan, hainler senin unuttuğun yerden tekrar vuracaklar seni. Sen unutma ki, aynı yerden vurulmayasın! O gün dünyalık her şeyden vazgeçip, ölüme halay tutarak koşan yiğitler senin geleceğin için can verdi. Sen onların adını unutma ki, senin çocuklarının da ecdadının ne kadar büyük bir yüreğe sahip olduğunu unutmasın.
Enes Can
Dumlupınar Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Sınıf Öğretmenliği
Bizim Sevdamız Ölümle Bitmez (Üniversite Deneme Kategorisi Üçüncüsü)
Yüreğine başka sevda almayanların,
Bayrağına yıldız olup parlayanların,
Allah’a kul, vatana muhafız olanların,
Tarihe sığmayanların, yazdığı bir destan.
Kalem eksik yazmaktan, dil yanlış söylemekten korkar…
Bir güzelin; kömür rengi saçlarına, ahu gözlerine bazen güzel tenine sevdalanırsınız. Zaman geçer, o kömür saçlara ak düşer, o güzel tenin rengi solar. Biter mi sevdanız, o kömür saçlar beyazlayınca, o güzel ten solunca belki de sevdalandığınız sizden önce toprak olunca? Bitmez… Hz. Eyüp el-Ensarî’yi (r.a.) ihtiyarlığı ve hastalıklarına rağmen fetih için yollara düşüren, İstanbul’dur sevda. Alparslan’ımın sevdalı olduğu şarktır. Osman Gazi’nin naşının dahi sevdalı olduğu Bursa’dır. Beyazıd’ımın yardımına koştuğu, Endülüs Müslümanlarıdır. Atamın topraklarımıza, katıldığını görmeyi arzu ettiği, Hatay’dır. Suriyeli, Iraklı, Filistinli kardeşlerimiz için seccadeye düşen gözyaşıdır. Âşık Veysel’in türkülerinde gizlidir, Mehmet Akif’in şiirlerinde.
26 Ağustos 1071. Yönü, gayesi bilinmeyen bir rüzgâr mı savurdu sanırsın, Alparslan’ımı bu topraklara? Üzerinde çiçekler açarken, ovalarında koyunlar otlarken, üzerinde güneş parlayan bu topraklara Anatolia, güneşin doğduğu yer adını vermiş Romalılar. İşte bugün sevdası içine sığmayan, bu sevda ile yüreği güneşten daha kızgın, kor ateşle yanan bir milletin, bu topraklara Anadolu adını verdiği gündür.
Ana, Rahim olan Allah’ın rahmetinin -şefkat ve merhametinin- bu dünya üzerinde en çok kendisinde bulunduğu varlıktır. Bu topraklara, bu yüzden Anadolu adını verdi Türk milleti. İçilmiş bir ant, Allah’a verilmiş bir sözdü bu isim. Toprağının altındaki çekirdekten, üzerinde rengârenk açan çiçekten, günbegün bu vatanın aşkıyla büyüyen evlattan, hiddetle bakan düşmana kadar ayırmadan, herkese merhamet edileceğine ve hoşgörülü davranılacağına dair verilmiş bir söz, içilmiş bir anttır.
İki yüz elli beş yıl sonra yine aylardan Ağustos. Beyi olduğu, oba halkını Allah’ın bir emaneti olarak gören, Allah’ın verdiği canı ve ömrü, Allah’ın emanetleri uğrunda vermeye bir an tereddüt etmeyen, bir bey Osman Gazi. Ömrünü Türk milletine ve topraklarına verdi ve şimdi Allah’a kavuşuyor. Gidişini görmemek için güneş, semadan ayrılıyor ve gökyüzü, onun aramızdan ayrılışına ağlıyor. Son nefesinde dudaklarında bir sevdanın sözleri “Ey Orhan Bursa’yı fethet ve beni oraya defnet.” Bu sözler bir kanıt, bu topraklara olan sevdanın ölümle bitmediğinin, Allah uğrunda, vatan aşkıyla yaşamanın, ölümü ne denli güzel kıldığının, şehitlerle buluşan Peygamberimizin (s.a.v.), âguşunu bu kutlu yolda ömrünü feda edenlere açtığının kanıtıdır. Orhan Gazi, Osman Gazi’nin ölümünden sonra Bursa’yı fethediyor ve babasının vasiyeti üzerine naşını Söğüt’ten Bursa’ya taşıyor. Vatan aşkı babadan oğula, Söğüt’ten Bursa’ya, ana sütünden evlada uzanır. Yüreğe kök salar, memleket memleket dolaşır. Bazen Mekke’de ihramınızdaki Türk bayrağını öpen Afrikalı bir hacıda görür, bazen Almanya’da bir dükkânda çalan gurbet türküsünde duyarsınız bu aşkı.
29 Mayıs 1453. Surlar Beyazıd’ı gördü. Hz. Eyüp el-Ensarî’yi gördü. Sayısız sevdalı dikildi karşısına. Hepsinin gözleri aynı bakmıyordu, hepsinin kalbi aynı hızla atmıyordu. Kimi içerideki halka, zulüm için gelmişti, kimisi de kutlu Peygamber’e olan sevdasından… Aylardır bedenen karşısındaydı Mehmet. Yüreği ise dikilmişti surların karşısına, beşikten kalktığı, sütten ayrıldığı günden beri. Ufacık bir çocukken, defterlerine anlattı sevdasını, kâğıtlarda koştu surlara. Görenlerin, çocuk diyeceği bir çağda işte bugün, imparatorun karşısına dikildi.
İzin vermediler, hisarlar arasına zincirler çektiler, inmesin gemiler, dönsün Mehmet diye. Zifirî gecede, Türklerin gözleri yıldız olup parlarken, şahit oldu sular, dağların topraklarını, deniz eden gemilerine, bir millete. Savaş başlamıştı… Hava sıcaktı, rüzgârda kan kokusu vardı. Kızgın yağlar döküldü, defalarca ok attı yaylar, kılıçlar ağıtlar yaktı, miğferler gök yaşı döktü. Tekrar tekrar onlarca yiğit toprağa düştü. Şahit olmadı sular, ne pişmanlığına ne de korkusuna tek bir Türk’ün. Ulubatlı Hasan bedenine isabet eden onlarca okla, bir sancak dikti surlara. Korkuyla bakan, canlarının alınmasından, yarınlarında kendilerine ne olacağından korkan, bir milletin gözlerinde, Fatih Sultan Mehmet’in sözleri yeşerdi “Korkmayınız, canınız ve malınız bizlere emanettir.” Verilen söz, dikilen sancak yeni bir çağındı. Türk milleti, dünya tarihinde bir çağı kapatıp, yeni bir çağı açtı. Hoşgörünün, merhametin, sevginin, adaletin, millete hizmetin çağını.
Hiç bitmez mi bir milletin imtihanı? Yetmez mi, Söğüt’te, Viyana’da, İstanbul’da, Hindistan’da, Bulgaristan’da verdiğimiz canlar? Yetmez mi? Biz erinmeyiz, bir adım geri gitmeyiz, korkmayız ölümden de, yetmez mi? Bir umut diyor düşman, “Yetmez. Belki bu sefer yeneriz.” Ey Tarih! Dillen de söyle, var mı ölmeden, vatanını teslim etmek Türk’ün tarihinde? Biz vatanı vermeyiz, gerekirse uğrunda ölürüz, vatanın toprağına gömülürüz. Tarih şahidimiz, bizim sevdamız ölümle bitmez!
18 Mart 1915. Bir lisenin, sınıfı kapandı. Çünkü koştu öğrencileri, vatanı kurtarmak için cepheye. İsmail kınalayıp geldi başını. Babam koştu, amcam koştu, bastonuyla dedem koştu cepheye. Çok değildi onların sayıları. Diyor ya şair “Ey şehit oğlu şehit!” çünkü daha önce vatanı savunurken, şehit olmuştu onların yaşıtları. Vatanı korumak, on yaşında Hamza’ya düşmüştü, on beş yaşında Hasan’a. Elif Bacı, kağnısını koştu cepheye, Şerife Bacı, bebeğini sırtlanıp yetişti. Karşıladı onları cephede, Halide Onbaşı, Ayşe Binbaşı. Çanakkale’de senin ataların ve benim atalarım bir parça kuru ekmeği taşla parçalayıp, kırıntısını onlarca kişi paylaştılar. Karınları açtı, gönülleri tok. Burnundan kanlar gelerek, dilinde Allah’ın adı, kaldırdı iki yüz on beş kiloluk mermiyi, Seyit Onbaşı. Ey Tarih! Susma söyle. Var mı yazdığın, başka bir millet böyle?
15 Temmuz 2015. Renkleri, lisanları, derileri, tuttuğu maşaları değişti ama emelleri hep vahşet kaldı düşmanın. Diyor ya atalar, yenilen pehlivan, güreşe doymaz. Bir umut, tekrar geliyor düşman üzerimize. Aylarca süren bir taarruz değildi belki. Savaş gemilerini, İstanbul Boğazı’na demirlememişlerdi. Savaş ilanı olmamıştı. Sahi onların, Türk milletiyle savaşı ne zaman bitmişti ki? Yeni bir ilan mı gerekti? Yıllar geçmişti, unutmuşlardı bu topraklardan nasıl gittiklerini. Bilemediler, Türk çocuğunun muhtaç olduğu kudretin, damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu. Savaş meydanında can veren Murat’ın, Süleyman’ın, torunları yüzlerce katı ağırlığındaki tankların altında vatan için parçalanarak can verdiler, vatanı savunmaktan geri durmayan Seyit Onbaşı’nın torunları uçakların ateşleri altında, gazi olup tarihimize şan verdiler. Mavi sular, şahit olmuştu yine şehadete ulaşan her bir Türk’ün gülen yüzene.
Toprağı alır, suyla buluşturur, yoğurursunuz. Sonra ellerinizle döndürür, şekil verirsiniz. Şekil verdiğiniz çamuru, kızgın fırında pişirirsiniz. Ve sonra ateşlerde pişirdiğiniz testiden, buz gibi serin su içersiniz. Bir malzemeyi koymasanız, bir aşamayı atlasınız, ya testi olmaz, ya da içindeki su soğumaz. Türk milletinin mayası şereftir, kahramanlıkla yoğrulmuştur. İman ve edeple şekillenmiş, Malazgirt’te, Mohaç’ta, Çanakkale’de, Yemen’de, Şam’da, Selanik’te, İzmir’de, Erzurum’da; kılıçlar, oklar, kurşunlar önünde akıl oyunlarının ateşinde pişmiştir. 15 Temmuz sıcağında tankların, uçaksavarların açtığı, düşmanın yaktığı ateşe serin bir su olmuştur imanımız. Bu topraklarda rüzgâr kan değil can kokusu taşır. Çünkü her köşesi şehadetle ölümsüzlüğe kavuşan şehitlerle şereflenmiştir. Düşmana Niğdeli Ömer yeter, Çanakkale’de Seyit. Düşmanı İzmir’de Tahsin karşılar, Erzurum’da Nene Hatun, düşmanın emrini alan tankın önüne Karadenizli Sabri yatar, Kahramanmaraş’tan Sütçü İmam koşar yardıma, bebeğinin üzerindeki battaniyeyi alıp, vatanı koruyacak mermilerin üzerine örterek, korur yağmurdan Şerife Bacı. Ey Türk evladı! Bu toprakların bağrında sayısız yiğit yatar, sol yanına koy elini, isimlerini duysan kalbin çarpar.
Selam olsun, bu toprakları savunurken şehadet şerbetini içen yiğitlere, selam olsun vatanı savunma şerefine sahip olan gazilere, selam olsun, gazi Türk Milletine!
Medine Oral
Aksaray Üniversitesi, Yönetim Bilişim Sistemleri Bölümü
En Güzel Kabile (Lise Şiir Kategorisi Birincisi)
‘’ve sizler ki benim hasret duyduğum ana vatanım”
Bir gece yarısı,
Ruhumdan bir tel çekildi.
Ellerimin savurgan yanı titremeye başladı.
Ölümün seyrekleşen hali yoğunlaştı gözlerimde.
Ben bir ayın 15’inde sizin bedenlerinizin yara alışlarıyla savruldum. Ruhumdaki perdelerin
yırtılışları, ölümlerinizin çokluğu ile ayrıldı denizlerimden.
Sizler ki;
Ölüme gülümsemelerinizle konuk edilen, bir padişahın son savaşını kazandığı
inançlarımızsınız.
Sizlerin parmaklarından süzülen incelmiş okyanuslar bizi boğulmanın eşiğinden kurtardı.
Sizler ki;
Dağların yenemediği güçlüktesiniz.
Taş devrinden gelen çocuklarla, kılıcını kuşanıp gelen Hamzalarla,
Eritiyorsunuz, siyah kaplı küfür yüklü bal küplerini,
Ve bizler ki, yanıyoruz
Parmaklarımızın etleri soyuluyor ölümlerinizi seyredince, oluk oluk terler ıslatıyor saç uçlarımızı.
Kaynar suya atılan bir çift göz gibi kaynıyor kafa kemiklerimiz. Ölümün şeref bulan sırlarına erişemiyoruz.
Bizler ki;
Sizin ölümlerinizin hüzünleşen yanı ile kavruluyoruz.
Yüreğimiz burkuluyor.
Allahu ekber nidalarını işitiyor kulaklarımız. Şehitliğinizin mertebelerini henüz kavrayamıyoruz.
Sizin cesaretiniz karşısında, omuzlarımız dikleşiyor. Ölümün soğuk yerlerinden size çevriliyor yüzümüz. Ama size çevrilen yüzümüz kanların aşağıya süzüldüğü denizlerinize bakamıyor.
Çünkü sizler, şehadetin kurşunlar mertebelerini sırtladınız.
Kanlarımızı,
Toprağımızı,
Soğuk kaldırımların köşelerinden avuçladınız. Azı dişlerinizle tuttunuz vatanımızı. Dişleriniz kırılıncaya kadar, gövdeleriniz kurşunların altında yatıncaya kadar, canlarınızı feda edinceye kadar.
Sizler,
Şehadeti kana kana içerek, bize bir dünyanın başkentini sundunuz. Nefes alışlarınız kesildi kanlı sokakların, çelik tanklarında.
Namlunun ucundan seyrettiniz çocuklarınızı, eşlerinizi, analarınızı ve gülümsediniz kurşunlara siper olurken vücudunuz.
Meleklerin kanatları ile selamladınız bizleri yeşil kubbelerden.
Sizler,
Ey benim gayretsiz yanımı güçlendiren şehitler.
Ey gecelerin sabahında kefenlere bürünen yürekler.
Duruşunuz nasıl da parçalıyor dallara kök saldığını sanan dalları.
Oysaki sizler,
Tankların yenemediği en güzel kabileler.
Şimdi selam olsun sizlere,
Ey gözlerimde bitmeyen harfsiz kelimeler.
Zeynep Can Gülen
Açık Öğretim İmam Hatip Lisesi, 3. Sınıf
Bana Bir Şehadet Fısılda (Lise Şiir Kategorisi İkincisi)
Bir memleketi var
Bir yüreği,
Bir de bayrağı Türk’ün.
Öyle bir sevda ki bu,
Bu vatan!
Uğrunda güzel gelebilir ölüm.
Bana bir şehadet fısılda.
Hiç ağlamasın annem, n’olur hiç üzülmesin ardımdan
Yine öyle sert baksın, yine dimdik dursun babam,
Çünkü bizim burada savaşa değil;
Kahraman olmaya koşar çocuklar.
Olmasın topun tüfeğin, olmasın hiçbir şeyin,
Hiç kimseler yoksa bir Allah’ın var.
Gökkubbenin adını vatan koyalım haydi durma,
Bana bir şehadet fısılda.
Bu yurdun evlatları bilmez öyle korkaklık, esaret
Doğduğundan bu yana kulağı ezanla, yüreği imanla dolu bir cesaret!
Yolun sonu elbet kurtuluştur inan bana
Yarınlarda güneş bir bizim için doğacak.
Geçmişini de al sırtına, toprakları beyaz; tan yerini kırmızıyla boya
Ve sonra,
Bana bir şehadet fısılda.
Bir gözyaşı, anaların ağzında ağıtlarla
Bir aşk kadar özlem, ülkenin her bucağında dua.
Gidenlerin ardından öyle kolay kolay, kapanmıyormuş hiçbir yara.
Şimdi gel de bana o Temmuz gecesinden bahset
Bir destan ağırlığıyla On Sekiz Mart’ı anlat,
Ve yaşamak bir ebediyetin kollarında;
Bayrağın gökleri yırtıp geçiyorsa yaşamaktır,
Unutma
Bana bir şehadet fısılda.
Bana bir Peygamber kokusu bağışla,
Bana bir cennet daha göster Allah’ım vatanımdan başka.
Kurşunlara gerilecek nice göğüsler ve o yiğitlerin kalpleri değildir uzakta.
Türk, adını duyduğundan beri ölümü bir kardeş gibi kucaklar.
Bin canım olsa, biniyle de şehit olmaya yürürüm amma
Önce bana bir şehadet fısılda.
Bilal Ercan
Dicle Anadolu Lisesi, 11. Sınıf
Şerefli Türk’ün Namusu (Lise Şiir Kategorisi Üçüncüsü)
Yedi cihana karşı duran Türk’ün destanı,
Girdaba düşmeyen milletin sırlı kaftanı,
Neden bu kadar alımlısın aziz toprağım?
İşgal edilince vatan, titredi yaprağım.
Sinene nice hainlerin gözü değdi.
Mevla’dan gelince ölüm, analar boyun eğdi.
Öyle düşmana çattık ki ölüm pusu kurdu.
Ol Mehmet’in cennet-i alâ ebedi yurdu.
Artık kapını çalmasınlar cennet vatanım.
Özgürce dalgalansın ay yıldızlı bayrağım.
Tarihe nam salan şerefli Türk’ün namusu,
Toplanan kara bulutlar yurdumun kâbusu.
Şehitler tepesi her nefeste rüzgâr ister,
Semaya yükselen kefensizler dua bekler.
Ey Türk! Hilalin altında birliğin bölünmez.
Yansa yürekler, bir damla gözyaşı dökülmez.
Bin dokuz yüz on beşten on beş Temmuz’a kadar,
Dehşete düşen millet, canın vatana adar.
Nice acılara göğüs gerdi Türk milleti,
Azimle söküp attı sinesinden illeti.
Çığlık çığlığa bağıran yüreğin sabrını,
Sormayın toprağa düşen şehidin kahrını.
Vatana uzanan el, Türk’ün açık yarası,
Feryat eden toprağın benzi, kömür karası,
Birlik ve beraberliğe siper et gövdeni,
Vatan uğruna şehit düşsün naçiz bedeni.
Tarih boyunca yüce dağların kalbi durdu.
Şimşek çakarken gökte, hainler pusu kurdu.
Ömer Halis Demir, yiğit doğmuştu anadan,
Heyhat! Canana varmak için vazgeçti candan,
Yurdumun dört bir tarafında şimşekler çaktı.
Sözde asker sokaklara, meydanlara aktı.
Karanlık gece silah sesleriyle vuruldu.
Tekbirlerle tankların önüne set kuruldu.
Essaletü vesselamü aleyk, sela neyin nesi?
Hemen arkasından Allahu Ekber, ezan sesi,
Çok geçmedi anladı millet, birlik çağrısı,
Ezelden beri vatan, milletin göz ağrısı.
Duyunca darbeyi şaha kalktı Türkoğlu Türk.
Türk birlik olunca hırsından, öfkesinden ürk.
Uyanın canlar bu topraklar bize emanet!
Bizde emanete asla edilmez hıyanet.
Milli bilinçle şahlandı yüce Türk milleti,
On beş Temmuz’da boşa çıktı darbe zilleti,
Şehitleriyle nam salan ecdadın torunu,
Ezelden ebede birlikle çözdün sorunu,
Gönül testine her dem vatan sevgisi dolsun.
Kefensiz yatanlar Türklüğünle gurur duysun.
Bak evlat! Allah’ın izniyle şehitler ölmez.
Türklük var oldukça bu vatan asla bölünmez.
Ergün Sevinç
Acıpayam Özel Hatem Anadolu Lisesi, 11. Sınıf
Üniversite Resim Kategorisi İkincisi, Murat Açış, Marmara Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Resim İş Öğretmenliği